Sol Kolu Sakat Yaşıyor Bu Ülke /Can Dündar Birgün

Sol kolu sakat yaşıyor bu ülke! 
Can Dündar ‘Aşka Veda’ adlı kitabında aşkın en hakiki yanlarını masaya yatırıyor. Aşkın yıkıcılığına devrimciliğine; tüm engelleri yıkarak gelmesine işaret ediyor. Kendi çağıyla da hesaplaşıyor; gündelik yaşamımızdaki kullan-at kültürünün insan ilişkilerine sirayet ettiğini ilişkilerinde bu düzlemde yozlaştırıldığını söylüyor. Tüm bunları söylerken umut etmenin sarsılmaz güzelliğine değinmeden geçmiyor. Evet, umutsuz bir dünyanın ve algının hâkimiyeti altındayız lakin bu böyle gitmeyecektir diyor. ‘Delikanlım İyi Bak Yıldızlara’ belgeselini anlatırken darağacında üç fidanın bir dönemin apaydınlık kuşağı olduğunu söyleyerek Kaç Kenan kaç evren bu memlekette bilinmez ama çok Deniz vardır diyor. Fazla söze ne hacet, Can Dündar ve zamanın ruhunu masaya yatırdığımız güzelim açıklamaları… Buyurun!
>>’Aşka Veda’ kitabınızdan başlayalım. Hayata dair aşkla beslenen; aşkın en hakiki hallerini tüm yaralarını kaydettiğiniz yazılarınızdan bir derleme okuyoruz. Neler söylemek istersiniz?
Evet, bir derleme mantığıyla oluşturduk. Derli toplu okuyup baktığımda sadece kronolojik değil, duygusal bütünlüğü açısından da bir sıralamaya tabii tuttuk. Aşka coşkuyla inanan bir hayli ‘eski’ yazılarla başlayıp, devamında aşka inancı sarsılan yazılarla nihayete erdirdik. Bir tür kendi içinde ilişki yaşayan bir kitap oldu. Benim de aşka dair düşünme sistematiğimdeki değişim ve dönüşümleri yansıtan bir atmosfer oluştu. Kitabın adı ve kapağındaki hissiyata dönüşen bir durum söz konusu… Sonuçta; evet aşk var ama bu iklimde, bu kuşakta anladığımız ve bildiğimiz şeklinden artık başka bir şekilde var demenin bir özeti gibi.

>> Şemdin Sakık’la yaptığınız röportajdan yola çıkarak kaleme aldığınız ‘Ey Aşk, Sen Nelere Kadirsin’ ve ‘Kalp Açılımı’ iki yazınız dikkatimi çekti. Aşk tek devrimci midir gerçekten ve bütün düzenleri reddederken kalp, aklı devreden çıkarıp her şeyi yok sayarken en çok neye güvenir?
Aşk devrimci derken ben yıkıcılığına vurgu yapmak istedim. Var olan bir şeyi yıkarak gelmesine aşkın! İkincisi; körleştirici olması… Tüm engelleri yok sayması. Köydeki kız da olduğu gibi tüm düzeni, aileyi, töreyi ve kuralları reddetmesi, sevdiğine kaçıp gelmesi… Bir başbakanın gayrimeşru bir ilişki kurması gibi… Bütün bunlara baktığımızda bu durumun bir bariyeri yok. Duvara çarpacağımızı bildiğimiz halde gidiyoruz. Bazen biz çakılıyoruz, bazen duvar yıkılıyor ama inatla gidiyoruz. Kural tanımıyor, o yüzden de devrimci. Ama bugün devrim gibi o da hayli yontulmuş bir halde.

>> Sekssiz aşkın, aşksız seksle yer değiştirdiği esrik zamanlarda yaşıyoruz. Değişen dünyada, yavaşlık kavramının adeta ‘biçildiği’; her şeyin korkunç bir hızla tüketildiği zaman diliminde yitirdiğimiz değerlere derin ama aynı zamanda çok yalın bir ayna tutmaktı sanırım çıkış noktanız…
Evet, bir şeylere ayna tutmak bir amaç… Kendi çağımla hesaplaşmaya çalışıyorum yazılarımda. Geçenlerde daha önce yazdığım bir kitabın yeni baskısını hazırlarken 15 yıl önce yazdığım bir yazı elime geçti. Barbie bebeklerle ilgili. 60’lı yıllarda Barbie çıktığında kız çocukları bebeklerine öylesine bağlanıyorlar ki… Onları giydirip, süslüyorlar, onlarla uyuyorlar falan…70’lerin başında da Barbie daha çok satmak için bir kampanya yapıyor. Eski Barbie’sini getiren yenisi ile değiştirebilir gibi. Bunun ben çok önemli bir kırılma noktası olduğunu düşünüyorum. Bir kız çocuğunun bu kadar bağlı olduğu bir nesneyi verip başkasıyla değiştirebileceği durumu bir zihniyet dönüşümü. Eskisini verip yenisini alabilirim nasılsa… Kullan at kültürü… Hatırlarsan depozito vardı. Bunlar çok küçük, sembolik örnekler ama bir şeylerin yavaş yavaş kullan at kültürüne dönüştüğünün önemli işaretleri. Yani 70’lerin o günün çocuklarının o gün Barbie’sini değiştirip, bugün de sevgilisini kolaylıkla değiştirdiğinin ve bir kullan at kültürünün kökenlerinin o yıllara uzandığının bir göstergesi. Bugün bütün insan ilişkilerindeki bu kolaycı zihniyetin yansımaları mevcut… Artık aileyi de çok rahat terk ediyoruz. İşimiz gücümüz çok o yüzden de insan ilişkilerine ayıracak vaktimiz ise az.

>>Salt alım-satım ruhu ve derin bir aynılaşma… Kitaptaki ‘Lolita İhtilali’ yazısında değindiğiniz “İyi bir kalça olmanın, iyi bir kafa sahibi olmaktan daha fazla prim yaptığı” bir dünyada; aşka ve aşk gibi daha birçok bizi biz yapan duygulara gerçekten veda mı ediyoruz?
Bu kitabın adı devrime veda da olabilirdi. Aşkı hayattan ayırmak mümkün değil. Aşktaki tavrımız hayattakinden ya da siyasetten bağımsız değil. Deniz Gezmiş’ten ve o dönemin ruhundan, o tutkudan, o inançtan bahsedeceğiz… Aşkta da öyle değil mi? Ruhun, tutkunun ve inancın yokluğundan gem vuruyoruz. O kuşağın yokluğunu nasıl hissediyorsak bugün aşkta da aynı yoğunluğun ve yalınlığın yokluğunu duyumsuyoruz. Siyasette ve yaşamda cesaretin yokluğunu nasıl özlüyorsak aşktakini de öylesine özlüyoruz. Bu iklimsel bir şey… Bugün cesaretin, tutkunun, inancın yerini kariyer hesapları aldı. Beşeri şartlar, hesap kitaplar girdi işin içine. Bu bir dönemeç. Bu da değişen ve dönüşen bir şey aslında… Bu iklim değişmedikçe aşk yeşerecek diye bir şey söylemenin imkânı yok ama bu da değişmeyecek diye bir şey yok. Bir süre sonra başka türlü bir ilişkinin yeşereceğini söylemek de mümkün. Sonsuza kadar böyle gitmeyecektir mutlaka. Bir yandan umutsuzuz ama bir yandan da umut etmek gerekiyor. Bu, dönüşen bir şey olduğu için umut etmek, değişmesi için de mücadele etmek gerekiyor. Bu aşkta da, siyasette de insan ilişkilerinde de geçerli. Özgürlük rüzgârını arkana almak başka bir şey. Bu, cesaret ile ilgili. İşte kalkın Filistin’e gidiyoruz ile hadi ben bir adam sevdim her şeyi arkamda bırakıp kaçıyorum demek aynı şey aslında. Ama artık bu dediğim şeyleri söyleyemediğimizden “Aşka Veda” diyoruz biraz da. Bunları düşünmek ve yapmak pek de kolay değil artık. Koşullara göre değişen durumlar bunlar. Bu duvarı kırmak gerekiyor. Bunu yapmadan sağlıklı bir ilişki üretemeyeceğiz biz. Ama bunu kırmak da mümkün… Bu duvarlar kırıldıkça insanlar birbirine kavuşacak.

Türkiye’de kaç tane Kenan, kaç tane Evren var bilmiyorum ama çok Deniz olduğunu biliyorum

>> “Delikanlım, İyi Bak Yıldızlara” adlı belgeselinizde, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın yani darağacında üç fidanın idamlarını anlattınız. 40 yıl sonra onları işlemek siz de nasıl bir hissiyat yarattı?
40. Yılında Deniz’e özel bir şey yapalım fikriyle yola çıktık. Bir anda organize olup hepimiz gönüllü çalıştık
Deniz’le olan karşılaşmada öncelikle aileden birinin belgeselini yapmak gibi bir duyguydu hissettiğim. Sanki yıllardır tanışıyorsunuz ve önceden hayatınızdaymış da uzaklara gitmiş birinin belgeselini yapmak gibi bir şeydi bu benim için. İkincisi; Deniz’in ağabeyi ve kardeşi oradaydılar. Daha önce kamuoyuna çıkmamış kişiler bunlar. Özellikle kardeşi çok andırıyor Deniz’i…

Sonuçta 60’lı yaşlarındaki insanlar bunlar, Deniz şu an aramızda olsaydı onların yaşlarında olacaktı. Hepimiz yaşlanıyoruz neticede ama Deniz’ler dimdik, 24 yaşındalar hâlâ ve ebediyen gencecik kalacaklar… Bu çok etkileyiciydi gerçekten. Orada 3 metrelik heykelinin önündeydik, birçok kişi saçları bembeyaz onu alkışlarken, onun gencecik hali, o yenilmez ve yıkılmaz duruşu birçok duygunun açıklaması aslında. Belgesele koymaktan kaçındığım bazı şeyler de var. Mamak’ta idam provası yaptıklarını anlattılar mesela; insanlar ne tip reaksiyon gösteriyor, nasıl çırpınıyor gibi… Bir yandan her şeyi koyalım insanlar sarsılsın ve duvara çarpsın istiyorsunuz ama benim dinlerken bile sarsıldığım ve bana çok sert gelen şeylerdi bunlar. Ölümle dalga geçiyorlar resmen… Ne konuşalım, napalım gibi… Ölümü bile ciddiye almamak gibi bir durumları var. O kadar hazırlar ki… Yoksa asla ideolojik bir kaygıyla koyulmamış şeyler değil. İnsani ve kişisel tercihler, dolayısıyla koymadım bunları. Belgeselde işlendiği gibi ODTÜ’nün en parlak adamları bunlar, son sınıftalar. 3 dil biliyorlar, başka diller öğrenmeye çalışıyorlar ve çok başarılılar, hepsinin sevgilileri var ama öyle bir kafadalar ki… Biri geliyor ve diyor ki: Filistin’e gidelim… Diyorsun ki: Tamam ağabey gidelim… Bütün sevgiliyi, aileyi, parlak geleceği falan düşünmeyip Filistin’e eğitime gidiyorsun! Acayip bir kuşak, anlamak öyle zor ki; şimdiye kıyasla…

>>Belgeselin ilk gösterim gününde yapmış olduğunuz konuşmada Denizlere seslendiniz ve ‘Delikanlım’ı size, delikanlımın adını taşıyan bir parkta, delikanlımın heykelinin dizinin dibinde gösterebilmenin de onurunu yaşıyorum” diyerek duygularınızı paylaştınız…
“Benerci Kendini Niçin Öldürdü” şiirini çok severmiş Deniz, Nâzım’ın… Ağaçlar arasından yıldızlara bakan bir insan vardır şiirde. “Delikanlım İyi Bak Yıldızlara” adı oradan geliyor mesela. Anlatmak istediğim onlar da bizim yıldızlarımız ve iyi bakmalıyız onlaraydı… Bir kuşağın yıldızları çünkü onlar. 20 bin kişinin önünde bu onuru paylaşmanın bana hissettirdiği; evet, demek ki yalnız değiliz duygusuydu. Bu çok güzeldi ve çok önemliydi. Bu ülkede birçok insanın bu acıyı ve yüzleşmeyi yaşadığını biliyorum. Belki de çocuklara Deniz isminin bu kadar çok verilmesinin nedeni budur. Bu ülkede kaç tane Kenan, kaç tane Evren var bilmiyorum ama çok fazla Deniz olduğunu biliyorum.

>>>Aslında Can Dündar hem gazeteci, hem belgesel filmler çeken bir haberci, hem de yazar. Yani söyleyecek sözü olan bir kalem. Türkiye’nin de tarihinde yaşanan olaylara tanıklık da etmiş. Bugün adeta “sürüklenen” Türkiye’de süreci nasıl yorumluyorsunuz?
Dün Deniz Gezmiş belgeselini izledik. Bu gidişata itiraz eden bir kuşak var. Aydınlar, siyasetçiler… Buna itiraz eden bu kitleyi işaretleyip biçiyorsunuz ve kolunu kesiyorsunuz. Bu adamları asanları göklere çıkartırken, itirazı olanları yok ediyorsunuz. Bu sakatlanmış bir demokrasidir. Bu kolu kesilen kuşak acısını derinden yaşadığı için daha temkinli yaklaşıyor artık meselelere… Sol kolu sakat yaşıyor bu ülke. Bu bir sürpriz değil. Geçmişe bakan ve tarih bilenler bunun böyle olacağını tahmin ediyordu. Ama ben bu tip despotizmlerin mücadeleyi tetikleyebileceğini düşünüyorum. Hiçbir ülke bu kadar derin bir sessizliğe mahkûm edilmemeli çünkü. Bu gerek sanat, gerek siyasette dayanışmanın önemini vurguluyor. Dayanışma ve mücadeledir bunu aşmanın yolu. Hiçbir şey yapmadan şikâyet etmek; bir kızın kısmet bulamamasından yakınıp hiç dışarı çıkmamasına benziyor. Bir dışarı çık ve bak bakalım… Ya da bana hiç piyangodan ikramiye çıkmadı diye Tanrı’ya yakınan adama Tanrı’nın cevabı çok manidardır: İyi de sen hiç bilet almadın ki! YAĞMUR YAĞMUR/birgun.net

Bu blogdaki popüler yayınlar

Migros Satılıyor Migros Kime Satılıyor

Simon Ne Demek Simonlar

İKTİDAR İÇİN DEĞİŞİM