DİSK/ Tarihe Sinmiş Kan Kokusu


ÇELEBİ: “Bu bina benim işkencehanemdi!”

Parıldayan cam pervazları, mavi-beyaz çinileri aslına uygun restore edildi. Açılış günü DİSK bayraklarıyla insanlar belirdi, önlerinde de DİSK Başkanı Süleyman Çelebi. Binanın insan hakları müzesi olmasını istiyorlardı. Niye mi? Çünkü çoğunluk unutsa da, onlar Otağ-ı Humayun'un 12 Eylül işkencehanelerinden biri olduğunu hatırlıyor.

Pervazlar özenle, rengârenk, ışıl ışıl işlenmiş. Mavi beyaz çiniler sanatının iyi örneklerinden. Kuşkusuz hiçbir usta bu çinileri yerleştirirken bir gün onlara sıçrayacak kanın farkında değildi, itinayla yapılmış camların parmaklıklarla kapatılıp, küçücük odalara balık istifi gibi yığılan insanlann kınlmamış, morarmamış yeri kalmayana kadar dövüleceğîni de kimse aklından geçirmedi. O zamanlar tarih daha 1483'tü. Yıllar geçti, bir imparatorluğun yerini bir cumhuriyet aldı. Yıllar yine geçti, bir hükümetin yerini başka bir hükümet aldı. Sonra bir gün onun yerini de ordu aldı. Tarih 12 Mart 1971’di. Otağ-ı Hümayun, DEVGENÇ'liler için duruşma salonuna dönüştürüldü, onlarca gencin kaderi belirlendi bu yapıda. Sonra yine takvim yaprakları koptu. Hükümetler hükümetleri kovaladı, yine başrolü ordu kaptı. İşte Otağ-ı Humayun'un her odasında çığlık, inleme yankılatan, her yanını kanla kaplatan da bu oldu. Yani 12 Eylül 1980. Yüzlerce insan kanını akıttı bu binada, en çok da DİSK'liler. Birkaç hafta önce yeniden restore edilerek açılan Otağ-ı Hümayun önünde ellerinde afişleri, dillerinde 12 Eylül'ü hatırlatan sloganlarıyla yerlerini almaları bundandı. Polislerin inip kalkan coplarına rağmen 12 Eylül'ü unutturmamaya kararlıydılar. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi de ön saflardaydı, ama gelin önce kaseti geri sanp, sık sık adını söylediğimiz bu adamın kim olduğuna bakalım...

Bütün hikâye, 1953'te Ordu'nun Çaka köyünde başlıyor.
DP'li muhtar bir baba ile ev kadını bir annenin altı çocuğundan biri Süleyman Çelebi. Okumayı seviyor, ancak hayat cilvesini daha yedi yaşındayken gösteriyor. Cezaeviyle tanışıyor 1960'ta, DP'li muhtar babası Mahmut Cemal Çelebi'nin "devleti yalancılıkla itham etmek" suçundan altı ay yattığı sırada. Bu dönüm noktası; Çaka'dan İstanbul'a göçün tarihi. Çelebi ailesi kalabalık, İstanbul'da yaşamsa ağır. Okulu bırakıyor Çelebi, 14 yaşındayken sonraları yıllannı vereceği işçi dünyasına adım atıyor, Dinarsu Dokuma Fabrikası'nda.

Önce fabrika şartlarıyla karşılaşıyor, sonra da sendika yaşamıyla, işe girdikten bir süre sonra Türk-iş'e bağlı TEKSİF Sendikası'na gidip, bir tek onun maaşına yansıtılmayan zamla ilgili görüşmek İstiyor, ama terslenip yollanıyor. Birkaç yıl sonra bu sendikaya alternatif olarak Tekstil İşçileri Sendikası'nın adı duyulunca, işyerinde örgütlenme çalışmalanna katılıyor. 18'inde Tekstil İşçileri Sendikası Eyüp Şubesi'nin sekreteri oluyor, bir yıl sonra da şube başkanı.

Birkaç yıl sonra Tekstil işçileri Sendikası'nın DİSK'e katılmasıyla Çelebi'nin görevleri de artıyor; DİSK Örgütlenme Dairesi Başkanlığı'na seçiliyor. Gözaltılar, 1 Mayıs 1977, 78 1 Mayıs'ı derken Türkiye'nin kanlı gündeminde Çelebi ailesine rahat nefes aldıran güzel gelişmeler de oluyor; kızı Şule doğuyor 78'de. Kimse iki yıl sonra Şule'nin uzun yıllar babasız büyüyeceğini bilmiyor.

Tarih, 11 Eylül 1980.
Giresun'da Çelebi.
Çünkü yarın Trabzon'da, azgınlaşan faşizme karşı, CHP ve DİSK'in ortak düzenleyeceği demokrasi mitinglerinin ilkini gerçekleştirecekler. Samsun, Ordu, Giresun'u ilçe ilçe dolanıp, insan insan çoğalıp Trabzon'a yürüyecekler. Bir hafta sonra Yozgat'ta, sonra da Çorlu'da olacaktı bu miting, şayet 12 Eylül olmasaydı...

Gece 01.00'de giriyor yatağa. Sabah 4 buçukta telefon sesiyle uyanıyor: "Fındık-lş diye bir sendikamız vardı. Genel başkanı Akçin Koç CHP'li, genel sekreteri de eski TİP'liydi, aralarında atışırlardı. Koç arayıp, 'Başkan kalk darbe oldu' deyince, 'Hanginiz yaptınız darbeyi' diye güldüm. Dışarı bak, kimin yaptığını anlarsın, dedi. Oteli tanklar çevirmişti."

BEKLEMEK VE DİNLEMEK...
Televizyonda okunan bildiriler, yeni bir dönemin habercisi.
Öğlen ordudaki astsubay emeklisi akrabasının yanına ulaşmayı başarıyor, ama çok sürmeyecek bu. Darbecilerin ilk hedeflerinden biri, DİSK. "12 Eylül'de özellikle DİSK hedef seçildi" diyor Çelebi, "24 Ocak kararları ancak DİSK'in yok olmasıyla hayata geçirilebilirdi. 600 bin üyeli konfederasyon bütün mücadelelerde vardı; 15-16 Haziran direnişinden 1 Mayıs'lara, tütün, fındık, pamuk üreticisiyle ilgili mitinglerden idamın kalkmasına, 141. ve 142. maddelerin kaldırılmasına kadar. Çok hak kazanmıştık, bunun bedelini ödettiler bize."

DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk başta olmak üzere pek çok yönetici evinden alınıyor. Bir kısmı da "Güvence" adı verilen çağrıya uyup, teslim oluyor. Ne de olsa yasadışı bir şey yapmadılar ki. Oysa 12 Eylül hiçbir yasayı dinlemiyor.

Önce Metris alayına götürülüyorlar. Bir ranzada 3-4 kişi yatarak 25-30 gün geçiriyorlar. Oradan Davutpaşa Kışlası'na.

Daha kışlaya girişte gözlerinin bağlanması işkencenin habercisi aslında. Bodrum kattaki hücrelerde onlar için hazırlanmış tahta ranzalara balık istifi gibi yığılıyorlar. On kişiye bir ranzanın düştüğü hücrelere razılar da arkadaşlarının tek tek aralarından alınıp işkenceye götürülmesine engel olamamak çok ağır geliyor.

Protesto ediyor, ancak onun için de ayrı işkence görüyorlar. Arkadaşlarının kan revan içindeki bedenleriyle dönüşlerini camdan izliyor kalanlar.
Nereye götürüp, ne yapıyorlar merak ediyor Çelebi. Öğrenmek için uzun süre bekleyecek.

Beklemek, işkencelerin en ağırı. Görüp, sıra geleceğini bilerek beklemek. Bekliyor. "Gözetim süresi 30 gündü, yetmedi önce 60, sonra da 90 güne çıkardılar. Ancak biz 118 gün sonra savcının huzuruna çıkabildik. Dayak olmasa bile, psikolojik olarak orada o kadar süre bekletilmek bile işkence. Bir an önce gidelim, dayağımızı yiyelim, başımıza ne gelecekse gelsin istiyorduk" diye hatırlıyor o günleri yola dalmış gözlerle. Tam bir ay sonra alıyorlar onu. Tekstil işçileri Sendikası Yönetim Kurulu üyesi Besim Usta da yanında.

Gözlerini bağlıyorlar hemen. Kollarını da arkadan. Canavar'a bindiriyorlar ite kaka. işkenceye götürmek için bindirildikleri otobüse "canavar" adını takıyor tutuklular. 500 metrelik yolda küfürler ve dayaklarla başlayan işkence, her odası ayrı ayrı işkencehaneye çevrilmiş yapıda sistemli hale dönüşüyor; falaka, elektrik, tırnak çekme, suya batırma... Çelebi'nin payına demir bir sandalye ve başına, omuzlanna devamlı inen bir sopa düşüyor. Gözleri hep bağlı tabi. Üstelik hepsi birbirinden anlamsız sorulara yanıt almak için: 1 Mayıs'ı niye düzenlediniz? Niye DGM direnişi yaptınız?

Grevleri düzenlemenizdeki amaç ne? Sovyetlerde, Doğu Almanya'da bulundun mu? Bu kadar olsa iyi: istiklal Marşı'nı oku! Islamın şartı kaçtır? imanın şartlarını sırala! Oldu da sırayı şaşırdıysan yine çekeceğin var. Merdivenlerden inip, çıkarken "Dikkat yanlış yere basıyorsun" diye ayağına tekme atıp, "Yürümesini de bilmiyorsunuz" diye dalga geçmeleri de cabası. Işkencehanede üç gün üç gece kalıyor Çelebi. Uykuya dalıp her şeyden uzaklaşacak olsa inlemelerle yeniden dönüyor gerçekliğe. Yıllar sonra bugün, işkencelerin yapıldığı Otağ-ı Humayun'un önünde dururken, en çok alt kattaki camlara bakıyor, hangi odada tutulduğunu anlamak ister gibi. Kendine yapılanı anlatırken değil ama duyduğu işkence seslerini hatırlarken ekşiyor yüzü, ona en ağır gelen de bu. "O sesleri, inlemeleri dinlemek çok ağırdı" diyor, "Otağ-ı Hümayun'da uygulanmayan işkence modeli yoktu".

Tahsili yüksek olanlara daha da kinleniyor işkenceciler, "Burada ne işin var, asıl yönlendirici sensin" diye daha çok işkence yapıyor. Kimi sesleri ayırt edebiliyor Çelebi; bu Fehmi Işıklar'ın, bu da Abdullah Baştürk'ün. Sonra bir gün ses çıkmaz oluyor, işkencecilerden biri gülerek "Onlar infaz edildi" diyor, "sıra sende!"

Sosyal demokrat kimliğini bildiklerinden "Mavi gömlekli Ecevit'in gelsin, seni kurtarsın" diyor diğeri, "onu da infaz ettik Ankara'da".

Sonra biri kolundan tutup idam sehpasına çıkanyor Çelebi'yi. Boynuna ilmiği geçiriyor: "Son arzun?"

İstedikleri ifadeleri alamayan işkenceciler ikinci tura başlıyor. Bu sırada aynı hücrede kaldıklan avukat Ali Yaşar, "Verdikleri ifadeyi imzalayın" diyor, “boşuna dayak yemeyin. Zaten pasaportlarınızdan giriş çıkışlarınız belli olacaktır." İmzalıyorlar. Adalet Partisi'nin siyasi çizgisindeki temsilcilere de, MSP'lilere de aynı ifade imzalatılıyor. Hepsinin suçu aynı: "Anayasal devlet düzenini zorla yıkarak yerine Marksist, Leninist düzen kurmayı amaçlayan illegal örgüt yöneticiliği!"

SUÇSUZMUŞSUNUZ; KARAR BERAAT
İçeride bunlar yaşanadursun dışarıda da yaşam zor. Aileler çocuklarının, eşlerinin, babalarının nerede olduğunu öğrenebilmek için koşturuyor. Sonunda Davutpaşa'da olduklarını öğreniyorlar, ama görüş yasak. Sadece getirilen elbiseleri alıyor askerler. Dört'ay sonrasına kadar öldüler mi, kaldılar mı bilmeden geçiriyorlar zamanı. Dört ay sonra 1.5 yaşındaki kızı ve karısının yüzünü görebiliyor Çelebi. Hakim karşısına çıkmaları da bir yılı buluyor. Otağ-ı Hümayun'da 5200 kişi soruşturmadan geçiriliyor. 1477'si sanık yapılıyor.

Kimler yok ki aralarında? Halkevleri Genel Başkanı Ahmet Yıldız, Abdullah Baştürk, TMMOB Genel Başkanı Teoman Öztürk, Fehmi Işıklar, Kemal Nebioğlu, Rıza Güven," Rıdvan Budak, İstanbul Belediye Başkanı Ahmet isvan, Avcılar Belediye Başkan! Yüksel Çengel, Prof. Sadun Aren. DİSK'e kutlama mesajı gönderenler bile sanık! Atatürk Öğrenci Yurdu'nda görülen davada, sanıkların büyük bölümü tutuklanıyor, ilk tutuklananlar arasında Çelebi de var, idamla yargılanan 52 kişinin arasında da. En gençleri o, 26'sında daha. Dört yıl sonra dışarı çıkıyor. "Bizim dava dünyadaki sendikal davaların en büyüğü" diyor. 12 yıl sürüyor yargılanmaları, 91 'de Askeri Yargıtay beraat kararı veriyor. En tirajikomiği de daha önce sivil mahkemelerce beraat ettikleri konular yüzünden yeniden yargılanmış olmaları! Bu haksızlık için dava açsalar da hepsi reddediliyor. Şimdi onlardan bütün bunları unutmalarını bekliyorlar. 12 Eylül'ü de.

"Unutmayacağız" diyor; "bu bina da hiç aklımızdan çıkmıyor, çıkmayacak.
Buranın üniversiteye devredilmesini çok olumlu karşıladık, onaralım, insanlık müzes'i haline dönüştürelim, diye yazılar yazdık rektörlüğe 2004'te. Bu abartılacak bir talep değil. Pek çok akademisyen, gazeteci bile 'Buranın tarihini bilmiyorduk' diyor, açılışı normal karşılasaydık bilmeyeceklerdi de, biz macera olsun diye sokağa çıkmadık. Üniversitede okuyan çocukların yüzde 95'i de bu tarihi bilmiyor. Bilen nesil de tükeniyor. Bir insan hakları müzesinin üniversite bünyesinde olması bence çok önemli.

Oraya bir anı defteri konulur, insanlar anılarını paylaşırlar. Ben hapishaneye girdiğimde kızım bir buçuk yaşındaydı, bizim evlatlarımızın, eşlerimizin de anısı var orada".

Otağ-ı Hümayun yeniden ışıl ışıl rengârenk cam pervazlanna, mavibeyaz çinilerine kavuştu. Ancak üzerine sinen acıyı, kanı silmek tarihimizle yüzleşmekle mümkün.

Otağ-ı Humayun'un insan haklan müzesi olması bunun için iyi bir adım olabilir. Ne dersiniz?
 
Kaynak: Esra Açıkgöz (Cumhuriyet Pazar Ekinde 9 Ocak 2011)
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Migros Satılıyor Migros Kime Satılıyor

Simon Ne Demek Simonlar

İKTİDAR İÇİN DEĞİŞİM