Marx’ı Yaşatmak Mümkün Mü

Marx’ı yaşatmak mümkün mü? /Can Soyer

14 Mart Marx’ın ölüm yıldönümü. Büyük usta, bundan tam 130 yıl önce hayata gözlerini yumdu. Geride derinliği genişliğinden büyük parıltılı bir eser bıraktı. Bu eser, 130 yılın ardından işçilere, emekçilere, devrimcilere yol göstermeye devam ediyor hala.

Kısacası marksizm yaşıyor, yaşayacak da.

Peki ya Marx?

Şöyle açalım: Marx’ın ardıllarına bıraktığı miras, yazıp çizdiklerinden ibaret olabilir mi? Marx’tan geriye kalanlar, kimi zaman sistematize edilmiş, kimi zamansa fragmanlar halinde kalmış düşünceler, önermeler, polemikler ya da hipotezlerle sınırlandırılabilir mi? Yani Marx’ın mirası, bir bibliyografyanın sınırları içerisine sığdırılabilir mi?

Bu, ne açıdan bakarsak bakalım, telafisi güç bir kayıp olurdu kuşkusuz. Çünkü Marx sadece düşünmemiş, yazmamış, tartışmamış; aynı zamanda eserinin üzerine sıcak ve yumuşak bir dokunuşla izini bırakıp öyle gitmiştir bu dünyadan.

Bir esere adını yazmanın ötesinde, izini bırakmaktan söz ediyoruz.

Daha siyasal yaşamının ilk yıllarında, gencecik bir devrimciyken, Alman radikal burjuvazisinin desteklediği bir gazetenin başına getirilir Marx. Rheinische Zeitung’da hırçın, söz dinlemez ve yırtıcı yazılarıyla hemen dikkati çeker. İki ay geçmeden Berlin’deki sansür yetkilileri bu “küstah ve saygısız eleştirilerin” sahibini kovuşturmaya başlarlar. Aynı günlerde, koskoca Rus Çarı Nikolay, Marx’ın saldırılarına dayanamayıp Prusya kralından gazetenin susturulmasını ister. Gazete Mart 1843’te kapatılır. Ancak henüz 24 yaşında olan Marx, şimdiden Avrupa’nın koca başlarının gözünde ürkütücü bir radikal olarak ün kazanmıştır.

Marx siyaset sahnesine böyle paldır küldür dalmakla kalmaz, bir yandan da felsefe üzerine çalışmalarını sürdürür. Sonuçta meslekten bir filozof, Alman felsefe camiasında adı hızla yayılan bir “genç yetenek”tir. Moses Hess, bir arkadaşına yazdığı mektupta 23 yaşındaki Marx için şu satırları kullanıyordu: “Kendini en büyük ve belki de yaşayan tek gerçek düşünürle karşılaşmaya hazırlayabilirsin. (…) O, en derin felsefi ciddiyetle en keskin zekayı kendisinde birleştirmiştir. Rousseau, Voltaire, Holbach, Lessing, Heine ve Hegel’in tek bir kişilikte birleştirildiğini düşün; birleştirmeyi kastediyorum, mekanik olarak karıştırmayı değil”.

Ancak Marx, aralarında Hess de olmak üzere, o dönemden birçok arkadaşıyla yollarını kısa sürede ayıracaktır. Kurmaya başladığı felsefe sistemi bu ayrılığın başlıca nedeniydi kuşkusuz; ancak Marx’ın felsefeyle kurduğu ilişki, deyim yerindeyse felsefe “tarzı” da yeterince kavgacıydı zaten. Ona göre felsefe, salt düşünsel bir uğraş, aklın ve zihnin sınırları içine kapatılmış bir tefekkür eylemi olarak değer taşımıyordu. Bilgi süreci ancak zihnin ötesine taşıp maddi bir güç haline geldiğinde, düşünce pratik olarak dünyaya saldırıp mevcut koşulları alt üst ettiğinde anlamlı ve gerçek bir faaliyet olabilirdi. Dünyayı değiştirmeye yönelmeyen bilgi, sadece yetersiz ya da işe yaramaz değildi; esas olarak bir bilgi değeri bile taşımıyordu Marx açısından.

Böylece Marx, basitçe “elini taşın altına koymak”tan söz eden bir etik duruşu öne çıkarmış olmuyor, bilgi felsefesinin yüzyıllardır kullandığı kalıpların dışına çıkarıyordu düşünme eylemini. Bir pratik devrimci olarak, bilgi ile eylem arasında sökülmesi imkansız bir köprü kuruyor, epistemolojik teamülleri yerle bir ederek felsefenin önüne yeni bir alan açıyordu. Kuram ile eylem, felsefe ile gerçeklik, program ile insan somut olarak kaynaşıyordu.

Tabi bu kaynaşmanın örneğini kendi yaşamında da gösteriyordu Marx. Gazetesinin kapatılmasının ardından ve 1848 devrimlerini de içine alan bir süreçte Avrupa’nın dört bir yanında sürgünlük bekliyordu Marx’ı. Önce Paris’e giden Marx, kısa sürede oradan kovuldu. “Siyasal konularda yazmaması” koşuluyla Belçika kralından izin alınınca Belçika’ya geçen Marx’a, kısa süre sonra ülkeden ayrılması ve bir daha geri gelmemesi bildirildi. Tekrar Paris’e geldi, ama burada çok kalmayarak hızlanan devrimi yaymak için Almanya’ya döndü. Neu Rheinische Zeitung’u kurup radikal ve ürkütücü yazılarına devam etti. Sonunda 1849’da yurttaşlıktan çıkarıldı ve Almanya’dan sürüldü.

Marx’ın Londra yılları, onun en görkemli eserlerine tanıklık etmekle birlikte, kişisel hayatının en büyük trajedilerine de sahne oldu. Azılı bir komünist olarak ünü İngiltere’ye kadar yayılmıştı ve kimse kendisine iş vermek istemiyordu. Almanya’dan gelen haberler ise, pişmanlık duyduğunu belli ederse belki üniversitede bir kürsü ayarlanabileceği yönündeydi. Marx bu tür önerilere zerre kadar tenezzül etmedi elbette. Ancak bunun sonuçlarını da en ağır acılarla ödedi. Parasızlık ve yoksulluk tüm ailesini perişan etti. 1852’de Engels’e yazdığı bir mektupta, “Son sekiz on gündür ailemi sadece ekmek ve patatesle besliyorum, fakat bugün onu da bulacağım şüpheli. Bu cehennemi kargaşadan nasıl kurtulayım?” diyordu. Nitekim kötü yaşam koşulları ailevi trajedilere de neden olacak, Marx 1852’de bir kızını, 1855’te de bir oğlunu kaybedecekti.

Tüm zorluklara rağmen Marx, büyük eseri Kapital için deli gibi çalışmaktan vazgeçmedi. Her gün bisikletle gittiği British Museum kütüphanesinde saatlerce çalışıyordu. Gerçek bir modernist birey olarak bilgiye karşı doymak bilmez bir açlığı vardı; bu nedenle Kapital’in yazımı sürekli kesintiye uğruyordu. Marx durmadan eserinin kapsamını genişletiyor; antik felsefeden kimyaya, mimariden prehistoryaya, Homeros’tan Shakespeare’e, İncil’den fabrika teftiş raporlarına kadar her şeyi okuyordu.

1866 yılının ilk gününde, binlerce sayfalık müsveddelerini temize çekmek, kendi ifadesiyle “bebeğini yalaya yalaya temizlemek” için işe koyuldu. Çalışmasının zorluğunun yanı sıra, karaciğer rahatsızlığı ve vücudunu saran çıbanlar da Marx’ı engelleyemedi. Basuru azdığında oturmak mümkün olmadığı için birçok sayfayı ayakta yazdı. Ağrı kesici olarak kendisine verilen ilaçları ise, beyninin çalışmasını yavaşlattığı için reddetti. Acılar içinde temize çektiği sayfalardan Kapital’i yarattıktan sonra, can yoldaşı Engels’e yazdığı mektupta, “Her halükarda, umarım burjuvazi ölüm gününe değin benim çıbanlarımı hatırlar. Ne domuzdur onlar!” diye lanet okudu. Ve Enternasyonal üyesi bir dost, Johann Georg Eccarius, Kapital’in yayınlanmasını şu sözlerle karşıladı: “Şimdi peygamberin kendisi tüm bilgeliklerin özünü yayınlıyor”.

Kapital’in yayınlanması ve geniş emekçi kesimler içinde beğeni kazanması, Marx için fedakarlıklarının ve emeklerinin en büyük ödülüydü. Paris Komünü ise, belki de hayatının en heyecanlı anları oldu. Ve tabi, Komün’ün acı sonunu da gördü. Ancak Marx’a göre, Komün’le başlayan dalga, daha da yükselecek; üstelik daha geniş bir coğrafyaya yayılacaktı. Marx, bütün ülkelerin komünistleriyle düzenli olarak mektuplaşarak, devrim dalgasının seyrini ve güzergahını tahmin etmeye çalışıyordu.

Tek sorun vardı ki, o da artık giderek yaşlanıyor oluşuydu. Bu nedenle olsa gerek, 1881 baharında, torununun doğumunun ardından şöyle yazıyordu: “Tarihin bu dönüm noktasında doğan çocukların önünde insanların geçirip geçirebilecekleri en devrimci dönem var. Şimdi kötü olan şey görebilmek yerine sadece öngörebilecek şekilde yaşlı olmak”. Marx’ın öngörüleri gelen yıllarda doğrulandı; ancak ne yazık ki büyük usta, kısa bir süre sonra hayata veda etmek zorunda kaldı.

Ardında ise, büyük bir kuramsal, siyasal ve pratik miras bırakarak.

O halde, baştaki sorumuzu tekrar sorarak bitirelim.

Marx’ın bıraktığı miras, salt bir bibliyografyadan ibaret olabilir mi?

Ürkütücü radikalliğini, pratik devrimciliğini, rahata tenezzül etmeyen onurluluğunu, bilgiye olan açlığını, tükenmek bilmez fedakarlığını, burjuvazi karşısındaki öfkeli ahlakını, engellenemez çalışkanlığını, iyimser ama gerçekçi tavrını dışarıda bırakan bir miras, çok yavan, ruhsuz ve renksiz olmaz mı?

Evet, marksizm yaşıyor, yaşayacak da.

Peki, Marx’ı da yaşatmak mümkün değil mi?

Kaynak: haber.sol.org.tr /Can Soyer

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Migros Satılıyor Migros Kime Satılıyor

Simon Ne Demek Simonlar

İKTİDAR İÇİN DEĞİŞİM